Kürtajın Kadın Hakları ve Cinsel Saldırı Suçları Açısından İncelenmesi

 

Kadının gebeliğinin sona erdirilmesine ilişkin yasal mevzuat “Nüfus Planlaması Hakkında Kanun” ile “Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve denetlenmesine İlişkin Tüzük’de yer almaktadır.

Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’daki düzenlemelere bakacak olursak;
Nüfus planlaması:
Madde 2 – Nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları demektir.
Devlet, nüfus planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Nüfus planlaması gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanır.
Gebeliğin sona erdirilmesi ve sterilizasyon, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
Bu Kanunun öngördüğü haller dışında gebelik sona erdirilemez ve sterilizasyon veya kastrasyon ameliyesi yapılamaz.
Gebeliğin sona erdirilmesi:
Madde 5 – Gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde istek üzerine rahim tahliye edilir.
Gebelik süresi, on haftadan fazla ise rahim ancak gebelik, annenin hayatını tehdit ettiği veya edeceği veya doğacak çocuk ile onu takip edecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde doğum ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili daldan bir uzmanın objektif bulgulara dayanan gerekçeli raporları ile tahliye edilir.
Derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı veya hayati organlardan birisini tehdit eden acil hallerde durumu tespit eden yetkili hekim tarafından gerekli müdahale yapılarak rahim tahliye edilir. Ancak, hekim bu müdahaleyi yapmadan önce veya mümkün olmadığı hallerde müdahaleden itibaren en geç yirmidört saat içinde müdahale yapılan kadının kimliği, yapılan müdahale ile müdahaleyi icabettiren gerekçeleri illerde sağlık ve sosyal yardım müdürlüklerine, ilçelerde hükümet tabipliklerine bildirmeye zorunludur.
Acil müdahale hallerinin nelerden ibaret olduğu ve yapılacak ihbarın şekil ve mahiyeti ile sterilizasyon ve rahim tahliyesini kabul edenlerden istenilecek izin belgesinin şekli ve doldurulma esasları, bunların yapılacağı yerler, bu yerlerde bulunması gereken sağlık ve diğer koşullar ve bu yerlerin denetimi ve gözetimi ile ilgili hususlar çıkarılacak tüzükte belirtilir.
Gebeliğin sona erdirilmesinde izin:
Madde 6 – 5 inci maddede belirtilen müdahale, gebe kadının iznine, küçüklerde küçüğün rızası ile velinin iznine, vesayet altında bulunup da reşit veya mümeyyiz olmayan kişilerde reşit olmayan kişinin ve vasinin rızası ile birlikte sulh hakiminin izin vermesine bağlıdır. Ancak akıl maluliyeti nedeni ile şuur serbestisine sahip olmayan gebe kadın hakkında rahim tahliyesi için kendi rızası aranmaz.
4 üncü maddenin ikinci ve 5 inci maddenin birinci fıkralarında belirtilen ve rızaları aranılacak kişiler evli iseler, sterilizasyon veya rahim tahliyesi için eşin de rızası gerekir.
Veli veya sulh mahkemesinden izin alma zamana ihtiyaç gösterdiği ve derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı veya hayati organlardan birisini tehdit eden acil hallerde izin şart değildir.

Yasal düzenlemelere bakıldığında bir kadının gebeliğini 10 haftadan sonra isteği üzerine sonlandıramayacağı, evli ise de eşinin rızası olmadan bu işlemi gerçekleştirilemeyeceği anlaşılmaktadır. Evlilikleri devam ederken bir bebek sahibi olmak isteyen çiftler açısından herhangi bir sorun yoktur. Ancak ayrılma aşamasına gelmiş, hatta boşanma davası devam eden çiftlerde gebe kadın açısından büyük sorunlar yaşanmaktadır. Böyle bir durumda eşin rızayı vermekten kaçınması halinde nasıl bir yöntem izleneceği konusunda uygulamada bir fikir birliği yoktur. Aile Mahkemeleri Kanunu ve Türk Medeni Kanunu açısından değerlendirme yapıldığında hakimin rıza konusunda karar vermesinin mümkün olduğu düşünülmelidir.

Bir kadının -evli dahi olsa- istemediği bir gebeliği sonlandırma hakkı tamamen kendisine tanınmalıdır. Bu konuda yasal mevzuatta iyileştirme yapılması ihtiyaçtır. Zira Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerden CEDAW ( Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ) ve İstanbul Sözleşmesi ( Avrupa Konseyi tarafından İstanbul’da imzaya açılan Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Sözleşme) uyarınca kadına bu hakkın tanınması zorunludur. Anayasa 90. maddeye göre; “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”. Bütün bunlar bir arada değerlendirildiğinde kadının gebeliğinin sonlandırılmasında eşin rızasının aranması konusundaki yasal düzenlemelerin Anayasa aykırı olduğunu söylemek mümkündür.

CİNSEL SALDIRI ve CİNSEL İSTİSMAR SUÇLARINDA KÜRTAJ KONUSUNDAKİ DÜZENLEMELER
Cinsel saldırı ve cinsel istismar, TCK 102 ve 103. maddelerde “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” bölümünde yer almaktadır. Bunun yanı sıra 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Hakkındaki Kanun”da açıklanan kadınların ruhsal ve bedensel varlığına yönelmiş bir cinsel şiddet türüdür. Ankara Barosu Gelincik Merkezine bu sebeple başvuran mağdurlar vardır.
Cinsel saldırı, her zaman somut delille ispatlanması  mümkün olmayan bir suçtur. İspat yükümlülüğünün ağır ve travmatik oluşu, sanıkların mağdurlar üzerindeki baskı ve tehditleri gibi birçok sebeple çoğu kadının şikayetçi olmaktan kaçındığı görülmektedir.
Cinsel saldırıya uğrayan kadın, davası açılana kadar çoğu kez polis, savcılık, adli tıp arasında gidip gelmek zorundadır. Karakoldaki ifade ve adli tıptaki rapor aşamasındaki süreçlerde tek başına olduğunda çok daha mağdur olmaktadır. Böylesi bir travmanın kolluk kuvvetleri ya da doktora anlatılması zordur. Ankara Barosu Gelincik Merkezi olarak bu kadınlara avukat atamak suretiyle yanında bir güç olarak yer almaya çalışılmaktadır. Ankara’da Yenimahalle Devlet Hastanesi içinde konumlandırılan Çocuk İzleme Merkezi (ÇİM) çok önemli bir noktadadır. Cinsel istismara uğramış bir çocuğun süreçte daha çok örselemesini engellemek amacıyla kurulmuş bu merkezlerde, hem istismara yönelik muayeneler yapılmakta, hem de avukat, psikolog ve savcı huzurunda ifadeler alınmaktadır. Aksamalara rağmen hayati öneme sahip oldukları gerçektir. Benzer uygulamaların cinsel saldırıya uğramış kadınlar açısından da hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Cinsel saldırıya uğramış kadın ya da cinsel istismara uğramış çocuk bu suç neticesinde gebe kalmışsa onunla ilgili gebeliğin sonlandırılması 20 haftaya kadar yapılabilir. Buna ilişkin yasal dayanak sadece Türk Ceza Kanununda çocuk düşürtme suçlarını düzenleyen 99. maddenin 6. fıkrasında yer almıştır. Buna göre;
“Kadının mağduru olduğu bir suç sonucu gebe kalması halinde, süresi yirmi haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmez. Ancak, bunun için gebeliğin uzman hekimler tarafından hastane ortamında sona erdirilmesi gerekir”
Bu madde dışında herhangi bir düzenleme yer almadığından tecavüz halinde rahim tahliyesine kimin karar vereceği konusu boşluktadır. TCK’daki bu düzenlemenin yorumlanması neticesinde gebeliğin sonlandırılacağı yasal sınırın 20 hafta olduğu söylenmektedir.
Türkiye’de tecavüz sonrasında birçok kişi suçlanacağını, daha sonraki ilişkilerinde zorluk çekeceğini, namus cinayetlerine kurban gidebileceğini, öldürüleceğini düşünerek bu olayı bildirmekten çekinmektedir. Birçok kadın gebelik görünür hale gelene kadar yakınlarına dahi başından geçenleri anlatmamakta ve yasal mercilere başvurmamaktadır. Bu nedenle kadınlar 20 haftalık süreyi geçirmektedir. Uygulamada 10 haftalık yasal kürtaj süresi geçtikten sonra, cinsel saldırı sonucu kürtaja karar verilebilmesi için savcılık tarafından açılmış bir soruşturma olması, yani bu saldırının şikayet edilmiş olması şartı aranmaktadır. Yasal mevzuat incelendiğinde tecavüz mağdurunun kürtaj hakkını kullanmak için savcılık izni ya da hakim kararı beklenmesinin hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Merkeze başvuran ve uğradıkları şiddet sebebiyle gebe kalmış kadınlar için böylesi bir yargı sürecine girildiğinde çoğu zaman gebelikte 20 haftanın geçirildiği görülmektedir.
Tecavüzle meydana gelen gebelik sonrasında doğuma zorlanan kadınların ruh sağlığında ciddi bozulmalar meydana gelmektedir. 40 hafta boyunca travmatik olayı sürekli hatırlatacak bir bedensel değişimle yaşamaya zorlanmak, tecavüz sonrası ortaya çıkan bebeğe ‘annelik’ yapmasını beklemek kadınların kendisine ve bebeğine zarar verme olasılığı olan ciddi ruhsal hastalıklara yakalanmasına yol açabilmektedir. Bu nedenlerle, tecavüz ve takip eden gebelik sonucu ortaya çıkan ağır ruhsal travmaların etkilerine yönelik psikolojik ve sosyolojik destekleyici tedbirlerin alınması gereklidir.

Bu konuda yakın zamanda medyada yer alan haberlere göz atacak olursak;
1- Bülent Aydoğdu’nun Vatan gazetesinde yer alan haberine göre, 16 yaşındaki F.T.’nin kürtaj olmak istemiyle Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmasına neden olan olaylar zinciri 4 ay önce başladı. Yolda yürürken bir tinercinin saldırısına uğradığını, kendisine koklatılan bir madde yüzünden bayıldığını, kendisine geldiğinde boş bir arazide olduğunu ve bir şey hatırlamadığını anlatan genç kız ilk başta bu olayı polise ve ailesine söylemedi.
4 aylık hamile
Aradan 4 ay geçtikten sonra rahatsızlanan ve annesiyle hastaneye giden genç kızın burada yapılan muayenesi sonucunda 16 haftalık hamile olduğu ortaya çıktı. Genç kızın ailesi hemen bebeğin alınması için girişimlerde bulunduysa da hastane kürtajın yasal süresi olan 10 haftalık sürenin aşılmış olması nedeniyle savcılıktan izin alınmasını istedi.
Savcı kürtaj talep etti
Anadolu Cumhuriyet Savcılığı’na başvuran T.’nin ailesi 16 yaşındaki kızlarının cinsel istismar sonucu hamile kaldığını ve bebeği doğuracak ruh halinde olmadığından kürtaj izni verilmesini talep etti. Başvurunun acil olması nedeniyle başvuruyu inceleyen savcı gerekli kürtaj kararının verilmesi için dosyayı Sulh Ceza Mahkemesi’ne gönderdi.
‘Ruh sağlığından önemli’
Gelen talebi değerlendiren Sulh Ceza Mahkemesi ise şok bir karara imza atarak kürtaj için izin vermedi. Mahkeme hakimi kararında, Anayasa’nın 17. ve 90. maddesi gereğince iç hukukun parçası olan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 2. maddesinde düzenlenen yaşam hakkının korunmasının devletin görevi olması ve kararlarda kürtajın bir hak olarak tanımlanmaması, günümüzde ceninin yaşam hakkına sahip olduğu, anne yönünden sağlık sorunu yaratmadığı veya diğer bir zorunluluk hali olmadığı sürece gebeliği sonlandırmanın yaşam ihlali sayılacağını belirtti.
‘Hayatı tehdit ediyorsa…’
Kararda kürtajın yapılması için gereken şartlar ise şöyle sıralandı: “Nüfus planlanması kanuna göre gebelik annenin isteği üzerine 10. haftadan önce sonlandırılabilir. 10. haftadan sonra ise annenin hayatını tehdit etmesi ve doğacak çocuğun gelecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde raporla kürtaj yapılır. Ancak hekim bu kürtaj sonrası 24 saat içinde müdahale yapılan kadının kimliğini ve müdahale gerekçesini sağlık ve sosyal yardım müdürlükleri ile hükümet tabipliklerine bildirmek zorundadır.” Mahkeme ayrıca 7 gün içinde itirazın Asliye Ceza Mahkemesi’ne yapılmasını da tutanağa geçirdi.
2-Isparta Yalvaç’ta kendisine silah zoruyla tecavüz edip hamile bırakan akrabasını tüfekle öldürdükten sonra başını kesip köy meydanına atan 2 çocuk annesi N.Y, çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. N.Y, 5 aylık olan bebeğinin kürtajla alınmasını talep etti. Kürtaj olmayı her koşulda istediğini belirten N.Y. “Bu çocuğu doğurmam. Ne olursa olsun kürtaj yapılsın, gerekirse ben de kürtaj sırasında öleyim’’ dedi. N.Y. hamilelikten şüphelenip hastaneye gittiğinde karnındaki bebeğin 3.5 aylık olduğunu öğrendiğini ve kürtaj yapılamayacağının kendisine söylendiğini vurguladı.

Bu iki haberde de tecavüz mağduru kadınların çocuklarını doğurmaya nasıl mecbur bırakıldıkları görülmektedir. Yapılan araştırmalarda, annelerin tecavüz mağduru olarak doğurdukları bebekleriyle yeterince ilişki kuramadıkları, onlara yeterli ilgi, şefkat ve bakımı göstermedikleri görülmektedir. Bu çocukların büyüdüklerinde ciddi ruhsal problemlere sahip oldukları bilinmektedir. Yakın zamanda Gölcük’te 2,5 aylık bebeğini 9 gün boyunca evde bırakıp ölmesine sebep olduğu iddia olunan anneyle ilgili dramı hatırlatmak isterim. Medyada herkes anneyi çok ağır ithamlarla suçlamış, kimse kadının niye böyle bir şey yaptığını sorgulamamıştır. Bir kadının istemediği bir bebeği dünyaya getirmesinin nasıl bir trajediye dönüştüğünü gösteren çarpıcı bir olaydır. Bu konunun çok iyi incelenmesi, o annenin hangi psikolojik ve sosyal sebeplerle bu duruma düştüğünün araştırılması gerekir.

Türkiye, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan “Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Sözleşme” yi ( İstanbul Sözleşmesi ) ilk imzalayan ülkelerden olmuştur. Bu sözleşmeyle Avrupa Konseyi tarafından kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda kararlı bir adım atılmıştır. Uluslararası hukukta kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet konusunda yaptırım gücü olan ilk sözleşme niteliğindeki bu sözleşme tarafımızdan imzalanmış olmasına rağmen, iç hukukta bununla uyumlu yasal değişiklikler yapılmamış, eksiklikler giderilmemiştir. Özellikle kadınların üreme konusunda vesayet altından çıkarılması için ciddi ve kararlı adımlar atılması gerekmektedir.

Av. Jülide Soybaş

“RAZI” OLAMADIĞIMIZ N.Ç. DAVASI

Bugüne kadar Cumhurbaşkanı düzeyinde eleştirilen ender kararlardan biri oldu “N.Ç.” kararı. 13 yaşında bir kız çocuğuyken, doğduğu, yaşadığı şehir olan Mardin’de para karşılığı, şehrin her sınıfından kocaman adamlara satılmıştı. Yirmi altı kişiydiler, aralarında kamu görevlileri vardı. Çocuğun yaşını bilerek ilişkiye girmişler, “bekâretinin” bozulmamasına özen göstermişlerdi. Ne de olsa “namus” onlar için önemliydi (!)

“Mahkeme kararını vermişti”, “Hepsini de cezalandırmıştı, daha ne yapsaydı, idam mı etseydi?” En son böyle söylemişti kararı veren mahkemenin başkanı: “Ben de ‘N.Ö.yüm…”

Ben de bir hukukçuyum, kadınım, anneyim… Halen okuduğum kararın etkisindeyim. İsyan ediyorum; bu kararı veren mahkemenin başkan ve üyelerinin çocukları yok mu?

Herkes birbirini suçladı, “Bu karar eski kanun olan 765 sayılı TCK’ya göre verildi, yürürlükteki TCK’da bu suçların cezası daha ağır” dendi. Buna rağmen yapılabilecek bir şey var mıydı? Evet vardı; bu dava suçun işlendiği yer olan Mardin’de değil de, farklı bir şehirde görülmeliydi. Çünkü sanıkların çoğu şehrin bilinen, devlet memuru sınıfından isimlerdi. Mahkeme küçük N.Ç.yi pazarlayan kadınlara, “suçun olumsuz işleniş biçimi, meydana gelen tehlike ve zararın ağırlığı, kendi yaşadıkları iffetsiz hayatı 13 yaşındaki bir çocuğa da yaşatmaları” sebebiyle, alt sınırdan yüksek ceza tayin etmiş, herhangi bir indirime gitmemişti. Ama bu suçun faillerine hem alt sınırdan ceza verilmiş, hem de tüm takdiri indirim sebepleri uygulanmıştı. 13 yaşında bir kız çocuğuyla fiili livata yoluyla ilişkiye giren sanıklara bu kadar “nazik” davranmak gerekli miydi?

Peki, kararın gerekçesinde yazan haliyle, “mağdurenin yaşadığı olayların ahlâki boyutunun farkında olması, sanıklarla para karşılığı birlikte olması” sebebiyle “rıza”sının olmasına ne demeli? Karar kanuna veya içtihada uygun kabul edilse bile 13 yaşındaki bir çocuğun bütün başından geçenlere gerçekten rıza gösterdiğini kimse söyleyemez.

O küçük kızla ilişkiye giren devlet memurundan esnafına; kararı veren mahkeme üyelerinden bu kararı onayan Yargıtay üyelerine kadar en büyük eksikliğimiz toplumsal cinsiyet algımızdır. Artık bakış açımız değişmelidir. Cezaları arttırmanın tek başına çözüm olmadığını biliyoruz. Toplumsal cinsiyet konusunda her yaştan kadını, erkeği, çocuğu eğitmekle başlamalıyız. Medya, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri herkes bugün işbirliği yapmalıdır. Ülkemizin birçok yerinde bu olay ve benzeri, belki daha da kötüleri yaşanıyor. N.Ç. gibi çaresizliğinden, korkusundan kaderine razı olan daha nice çocuk var. Bu çocuklar için kanunu uygularken dahi yapabileceğimiz çok şey var. Artık razı olmayalım, direnelim ki bir daha böyle bir utanç yaşanmasın…

Av. Jülide Soybaş